1931 yılı Ekim ayının 20’sinde radyo mikrofonlarının saydam sesli, gazino sahnelerinin beyefendi sanatçısı Alaeddin Şensoy İzmir Kemeraltı Birinci Beyler sokağında doğdu. 1937 yılında ailesi ile birlikte Bergama’ya yerleşti. Babası Yusuf Şensoy Bergama’da aile lokantasını işletiyordu. Annesi Nazmiye Şensoy ev hanımıydı. Ailenin ticari müzikle tanışması sanatçının doğumundan çok daha öncesine, amcası Recep Şensoy’un 1920’li yılların sonlarından 1937’ye kadar İzmir Türk Ocağı gazinosunu işletmesine rast geliyordu. 4000 kişi kapasiteli bahçe tipi gazinoda (şimdiki Konak Ordu Evi) aralarında Hafız Burhan, Safiye Ayla, Mualla Gökçay, Suzan Yakar gibi zamanın pek çok tanınmış sanatçısı sahneye çıkmıştı. Anne dedesi Abdurrahim Koloğlu güzel sesiyle çok dikkat çeken bir sima iken amca ve halası ise amatör ud ve keman icracılıklarıyla müzik olgusunun gen haritasındaki yerlerini alıyorlardı. Sanatçının ilk müzik deneyimi aile arasındaki toplantılarda genel istek üzerine zamanın popüler şarkılarını söyleyerek olmuştu. Ama kendi deyimiyle, şarkıcı olmaya karar vermesine neden olan olay, Bergama Yazlık Sineması’na, bir Mısır prodüksiyonu olan fakat müzikleri (ki Şensoy’un hayran olduğu bestecidir) Sadettin Kaynak tarafından bestelenip Müzeyyen Senar tarafından yorumlanan ‘Leyla ve Mecnun’ filmini seyretmesiydi.
Kendi ifadesiyle; 9 yaşımdaydım, Bergama yazlık sinemasına Leyla ve Mecnun filmi geldi. Her gün 5 kuruş harçlık alıyorum, bir de haftda bir kez 25 kuruş sinema parası. Hafta sonu sinemaya gittim ve Müzeyyen Senar’ı dinledikten sonra O’na aşık oldum. Bir muhteşem ses, bu gün okuduğu yerin bir oktav üstünde ve ancak bir ahu bakış sesinin güzelliğini anlatabilir. Babamın lokantasından boş içki şişelerini alıp satarak bir hafta boyunca her gün sinemaya gittim. ‘Ne yaptım, kendimi nasıl aldattım, N’olaydı yar nolaydı, Aşk ıstırabı Leyla, Leyla bir özgecandır’ böylece ilk ezberlediğim şarkılar oldu. Müzeyyen Senar’ın sesiyle içimde doğan aşk kıpırtıları aslında Türk Müziği’ne adanacak bir ömrün yapı taşlarını oluşturdu 1
İlk okulu bitirdikten sonra Bergama Orta Okulu’nda başlayan orta öğrenimini değişik nedenlerle tamamlayamadı. Ancak, Orta I. sınıf yıl sonu müsameresindeki rolü adeta geleceğinin habercisi gibiydi.
Kendi ifadesiyle; sınıf öğretmenimiz Sedat Bey yıl sonu gösterimiz için eski bir Türk destanını konu alan oyun sahneye koyuyordu. Ben bir halk ozanını oynuyordum. Rolüm icabı sahnede çalıp söyleyeceğim. Müsamereye 1 hafta kala sahnede elimde tutacağım bağlamayı verdiler. Kalan 1 hafta bağlamayla yatıp kalktım. Temsilde türkümü çalıp söylediğimi ve temsil sonrası müzik öğretmenimin hararetle, böyle bir olayın ne kadar alışılmadık olduğunu etrafına anlatmasını hayal - meyal anımsıyorum.2
Küçük yaşlarda başlayan müzik sevdası Bergama’nın belki de ilk radyo cihazının babasının lokantasına alınmasıyla iyice alevlendi. İzmir Radyosu olamadığı için Ankara Radyosu’ndan aktarılan nadir yayınlarında Münir Nurettin Selçuk, Alâeddin Yavaşça ve tabiki Müzeyyen Senar gibi nadide seslerle yarenliğe başladı.
1 Alâeddin Şensoy’la Prof.Dr. Münir Nurettin Beken tarafından 30 Ocak 1997 (vefatından 17 gün önce) yapılan söyleşide kendi sözcükleriyle müziğe başlama öyküsüdür.
Kendi ifadesiyle; sanırım 1940’lı yılların ortalarıydı. Babam lokantamıza bir radyo cihazı satın aldı. Bir gün hep beraber başında toplanmış dinliyoruz, kıyafetinden kırsal kesimden geldiği anlaşılan bir hanım içeri girdi. Önce fark edemedi, fakat bizim bir kutudan müzik dinlediğimize tanık olunca, amaniiiin burayı şeytanlar basmış diyerek kaçışı görülmeye değerdi.
Bergama postanesinin yanıbaşında olan Türk Ocağı’nın devamlılarından kemani Şerafettin Bey O’nu her gördüğünde kolundan tutup içeri çağırır ve sesine kemanıyla eşlik ederdi. Kimi akşam ise evlerinin karşısındaki sekide arkadaşlarıyla oturup geçtiği ve kasabanın tek tıp görevlisi Doktor Kenan Bey tarafından, ‘Alâ artık radyoyu kapayalım mı?’ uyarısıyla son bulan mütevazı fasıllar, üç katlı evlerinin sahne haline getirdiği 2. kat merdiven boşluğunda devam ederdi.
Evet, çocukluk yıllarından fani hayattan göçmesine kadar sevenlerinin O’nu nazlatmak için adı yerine kullanmayı tercih ettikleri lakabı; Alâ. Baba lokantasında garsonluk, dükkan önünde karpuz sergileri, süt mandırasında çıraklık, İzmir’li Münir Nurettin diye çağrılmaya başlanan Alâ’nın geleceğinin şekilleneceğine inandığı doğum yeri İzmir’e dönme kararını vermesine kadar geçen ergenlik yaşlarının yan uğraşları oldu. İdealleri büyük olan Alâ, İzmir’e yerleşmenin meslek olarak seçmeyi arzu ettiği sahada ilerleyebilmesi için şart olduğunu düşünüyordu. Hem İzmir’e göç, hem de ses sanatçısı olma fikrine karşı çıkanlar aile içinde sayıca fazlaydı. İlginç icatlarıyla dikkat çeken amcası İbrahim Şensoy oğlum şarkıcı olucan da ne olacak, daha efendi bir meslek bul kendine diye telkinde bulunuyordu. Oysa Alâ, sahneye adımını attığı ilk günden son nefesine kadar tüm sanat camiası tarafından ağız birliği edilmişcesine sahnelerimizin efendi sesi benzetmesiyle anılacaktı.
İzmir’de oturan teyzesi Hacer Sezen’e yanına gitmek için kendisine çok ricada bulundu. Yıl 1951 Alâ artık İzmir’de idi.
Devlet Radyoları Kurumu Genel Sorumlusu Refik Ahmet Sevengil 1951 yılında İzmir Belediyesi katkılarıyla İzmir Radyosu’nun kurulması hakkında önerisinin hayata geçirilmesi için çalışmaları başlatır. İzmir Radyosu’nun çekirdek kadrosu, idealist, deneyimli ve sahalarında kendini kanıtlamış sanatçılarla davet esasına göre oluşturulur. Kadronun genişlemesi ise kabul sınavlarıyla sağlanacaktır.
Kendi ifadesiyle; artık İzmir’de oturmak ve sesimle ilgili bir geleceğim olacaksa orada karşılamak istiyordum. Hacer Teyzem’e gittim. Bir akşam uyuyordum, teyzem ‘Alâeddin yan komşuda nişan var hadi oğlum bizim için şarkı söyle’ diye uyandırdı. Allah biliyor ya hiç kalkmak istemedim. Ama teyzemin hatırını kıramadım ve nişana gittim. Orada, İzmir Radyosu’nda ses sanatçısı olarak görev yapan Suzan Taşsöken adlı hanım benim sesimi çok beğenmiş ve teyzeme yakında gerçekleşecek olan İzmir Radyosu giriş sınavından bahsetmiş. Hacer Teyzem, bana haber vermeden benim adıma sınav başvurusunda bulunmuş. 1952 yılı başıydı, teyzem sınav salonuna benimle geldi. Ben içerideyken O, kapının önünde beni bekliyordu. Kimseden ders almamıştım, sadece sesim vardı güvendiğim, nota da bilmiyordum. Ama 68 başvuru arasından bi tek beni aldılar. Teyzem uğurlu gelmişti, hakkını hiçbir zaman ödeyemem.3
2 aynı söyleşiden
3 aynı söyleşiden
68 kişi arasından tek kabul. Alâ sonsuzluğa kadar ayrılmayacağı yuvasındadır artık. Nota bilmiyordu, teori bilmiyordu. Ama mesleğine olan tutkusu ve başarı açlığı çevresinde hemen dikkat çekmesini sağladı. Dündar Alpman, Muammer Uz, Mehmet Kasabalı, Ahmet Yardım, Cüneyd Orhon ve Necdet Varol gibi rehberlerden, o zamanlar tam bir konservatuvar eğitimi verilirdi dediği İzmir Radosu’nda teori, solfej, şan, üslûp, repertuar, edebiyat ve usül dersleri aldı.
Kendi ifadesiyle; bütün musiki bilgimi Cüneyd Orhon’a borçlu olduğumu iftaharla söyleyebilirim. Cüneyd Orhon’un İzmir’deki müzik yayınları şefliği sırasında bütün elemanlar kendisinden çok yararlandık.4
Sınavı kazandığında solfej sözcüğünün anlamını bilmezken, 6 aylık eğitiminin sonunda duyduğu basit şarkıları notaya almaya başlayan Alâ’ya ilk mikrofon deneyimlerinin ardından da İzmir’li hayranlarından mektuplar gelmeye başlamıştı. Mektuplarda İzmir’li Münir Nurettin artık İzmir’in Zeki Müren’i olarak adlandırılıyordu. İlk yılın sonunda solfej öğretmeninin derslerde yeni gelen öğrencilere nezaret etmesi için Alâ’yı memur etmesi gururunu okşayan bir başka İzmir Radyo’su anısıydı. Teyzesinden amca evine geçmiş kısa bir zaman içinde de Eşref Paşa’da kendi evine yerleşmişti. 1954 yılında askerlik görevini yerine getirmek için önce Ömerli’ye ardınadın da 1 yıl sivil inzibatlık yaptığı Istanbul’a gitti. Ne tesadüftür ki, Istanbul’a ilk geldiği ve 1 yılını geçirdiği Askeri Karargâh 1960 yılında sınavına girip ömrünün sonuna kadar görevli olacağı İstanbul Radyosu’nun yanıbaşındaki Harbiye Ordueviydi.
1956 yılında askerliğini tamamlayıp, baba ocağı İzmir’e döndü. Eşrefpaşa yılları artık adını iyice duyurmuş bir İzmir’li sanatçı hızıyla geçiyordu.
Kendi ifadesiyle; İzmir’e döndükten kısa bir zaman sonra arada bir olmak kaydıyla sahneden de teklifler almaya başladım. İzmir içi ve yakın yerleşim yerlerinden davetler alıyor, değişik organizasyonlarda sahneye çıkıyordum. Radyo’da da memuriyetimin yanı sıra solo emisyonlar yapıyordum ve halk tarafından en çok istek alan ses sanatçılarından bir haline gelmiştim. Küçük yer tabii, dışarıda çalıştığım duyulmuş, devlet memurunun serbest çalışması da yasak. Zamanın İzmir Radyosu Müdür Vekili beni yanına çağırttı. Ödemiş’te bir konserim var ve her yerde de afişleri. Bana bu konseri yapmayacağımı, aksi taktirde devlet memuriyeti kanunu nedeniyle kaldıramayacağım bir sorunla karşı karşıya kalacağımı iletti. Memuriyet maaşıyla geçinmemin olanaksız olduğunu, konserlerimde mesleğimi küçük düşüren hiçbir şeye izin vermediğimi ve o an istifa edebileceğimi kendisine cevap olarak verdim.5
Belki İzmir Radyosu’ndan istifa etmiyordu ama sahne yaşantısı 1966 yılının sonuna kadar devlet memuriyeti boyunca daima karşısına çıkacak bir sorun olarak kalıyordu.
8 yıllık İzmir Radyosu serüveni Istanbul’dan gelen plak teklifleri ve başlıbaşına Istanbul’da olma cazibesiyle 1960 yılında son buldu. Askerlik görevi dışında İzmir Radyosu’nda geçirdiği süre, gerek geleneksel müziği öğrenmesi, gerekse divan edebiyatını kavraması açısından tam bir eğitim misyonu yüklü idi. 1960 yılının ilk aylarında İstanbul’a kız kardeşi Nurten Bilbik’in yanına yerleşti. Evimi yıktın felek adlı şarkıyı tanıttığı 78 devirli ilk plağıda aynı dönemde Pathé şirketinden dinleyenlerin beğenisine sunuluyordu. Bu ilk kaydı, ard arda Yalnızım, gurbette kalmışım, Bir alev bir ışık, süzül süzül de gel adlı 78 devirli plaklar izledi.
4 Dünya Gazetesi, 11 Ağustos 1967
5 Alâeddin Şensoy’la Prof. Dr. Münir Nurettin Beken tarafından 30 Ocak 1997 (vefatından 17 gün önce) yapılan söyleşide kendi sözcükleriyle müziğe başlama öyküsüdür.
1960 yılının Nisan ayında İzmir Radyosu’ndan nakil isteği reddedildiği için İstanbul Radyosu’nun giriş sınavına alındı. Bu kez sınava 700 müracat vardı ve Alâ kabul edilen 6 kişi arasında en yüksek puanı alıyordu. Radyo emisyonlarına başlamasının yanında Batı Müziği yayınları daha sonra da Türk Müziği Yayınları diskotek şefliğine de memur olarak atandı.
Kendi ifadesiyle; 1960 yılında Istanbul’a yerleşmek için geldim. İlk olarak kızkardeşimin evinde yaşamaya başladım. Nurten’in ve “damat” Rüştü’nün iyiliklerini hiç unutamam. Daha sonra İzmir Radyosu’ndan arkadaşım Emin Gündüz’le Beyoğlu Balık Pazarı’nın arkasında bir sokakta bekar evime taşındım.
İlk plağımı okumuştum ve Istanbul Radyosu Batı Müziği Diskotek şefliği yanı sıra ayda 2 kez solo bant kaydı yapıyordum. Aldığım maaş 450 liraydı ve ev kiramı ödemeye bile zor yetiyordu. Ek gelir için radyo kütüpanesinde saklanmak ve kullanılmak üzere nota yazmaya başladım. İlk olarak tığ ile mumlu kağıda yazıyordumum. Daha sonra yazdıklarım ilk yıllarda şopoğraf makinesine daha sonraki yıllarda da teksir makinesine gidiyor ve orada çoğaltılıyordu. Bu gün Istanbul Radyosu Kütüphanesinde benim yazdığım yüzlerce nota vardır.
Batı Müziği Diskoteği Şefi olarak çalışırken Cemâl Reşid Rey, Demirhan Altuğ, Şerif Yüzbaşıoğlu gibi tanımaktan büyük onur duyduğum ustalarımla bir arada çalışma fırsatım oldu. Bir gün odaya girdiğimde Cemâl Bey’i plak dinlerken buldum. Senfonik bir eserdi ve eser Türk Müziği sistemine göre Kaba Nim Hicaz’da (Do diyez) bitiyordu. Bu ses Batı Müziği yerine göre Fa diyez’e denk düşüyordu ve ton majördü. Cemâl Hoca’ya hocam eserin tonu Fa Diyez Majör mü? diye sordum. Ayağa kalktı önce boynuma sarıldı ardından da, keşke daha gençken benim öğrencim olabilseydin diye serzenişde bulundu. O’nun kıstaslarına göre kulak algılamam kusursuzmuş ve Klasik Batı Müziğiyle uğraşsaymışım dünya çapında bir müzisyen olabilirmişim. Dünya çapında olmak, dünyayı mesleğini yorumlayarak gezmek nasıl bir şey olurdu diye o günlerden merak etmeye başlamıştım. Sene 1997, 5 kıtada konserler veren bir Türk Müziği Ses Sanatçısıyım, herhalde Cemâl Hoca bunu kastetmişti. Her üçünün de ruhu şad olsun.
İstanbul’a gelmesi, plaklarının tutulması, İzmir’de olduğu gibi, özellikle hanım hayranlarının İstanbul Radyosu’na mektup yağdırmalarına neden oluyordu.
Sahnelerin efendi sanatçısını tutucu ailesi İstanbul’a kurban etmemeyi ilke edinmişti. Aslında Alâ’nında hemen benimsediği bir fikri kız kardeşi vasıtasıyla annesi aklına soktu. Mahalle arkadaşları Ahmet, Fikret ve Behçet Gürel’in biricik kız kardeşleri Ayhan’ı Nazmiye Hanım ortanca oğluna istedi.
Kendi ifadesiyle; 1961 yılıydı, İstanbul’da ilk yılım. Annem Bergama’dan aradı ve mahallemizde oturan, Ahmet’in kız kardeşini bana uygun bulduklarını, çok terbiyeli, usul adap bilen, beni İstanbul’un bilinmedik yaşantısından hayat anlayışıyla koruyabileceğine inandığı ve en önemlisi de Rumeli göçmeni olan bu genç kızla evlenmemi istediklerini iletti. Benim için bir mahsuru olmadığını söyledim ve onay verdim. Temmuz 1961’de istediler, 6 Ağustos 1961’de de nişanlandık. Nişanlandıktan hemen sonra İstanbul’a döndüm. İstanbul Radyosu’na gelen onlarca mektup ev adresime haftada bir gelen tek bir mektup kadar beni heyecanlandıramıyordu. 11 ay mektuplaştık. Mayıs ayında bayram ziyareti için İzmir’e gittiğimde bir kez görüştük ve 21 Temmuz 1962 günü nikâhımız kıyıldı, 22 Temmuz 1962 gecesi ise düğünümüz oldu. Evlenene kadar belki bir kez görüştük ama tam 35 yıldır aynı yastığa onurla baş koyuyoruz.
Alâ ses rengi nedeniyle İzmir’li Zeki Müren benzetmesiyle anılırken, İstanbul sahnelerinde gerçek Zeki Müren’e koşut olarak çalışan yeni bir soluk olmuştu. TRT İstanbul Radyosu’ndaki memuriyeti yanında, doldurduğu solo bantlarla kurumda sivrilen bir sima, eş zamanda yaptığı plaklarla da sahnelerin en tutulan sanatçısı konumuna geliyordu. Ayrıca, reklam cıngılları bestelemek ve kaydetmek, yerli yapım filmlerde sinema aktörlerinin okudukları film şarkılarına can vermek mesleğinin yan uğraşları olmuştu.
Kendi ifadesiyle; meyhane oldu meskenim adlı, ezgisi de bana ait olan gazeli Pathé şirketi için plağa okudum. 1963 yılında bir plağın 95 bin baskı yapması, o güne kadar pek rastlanan bir şey değildi.
10 Haziran 1963 yılında ilk oğlu Süleyman Ferit dünyaya geldi.
Pathé için yaptığı plaklar o kadar tutulmaya başlamıştı ki, aynı firma için çalışan dünyaca ünlü Cezayir asıllı Fransız ses sanatçısı Enrico Macias Kasım 1963’de konser vermek üzere İstanbul’a geldiğinde, şirketin sahibi Yetvart Muratyan tarafından Hilton’da verilen bir kokteyl ile ikili Pathé plak şirketinin ağır topları olarak basına tanıtıldı. Aynı toplantıda Alâ Macias tarafından Fransa’ya davet ediliyordu.
Gazinolarda devamlı çalışması için teklifler gelmeye başlamış, şehir içi değişik vesilelerle gece konserlerinin sayısı artmış ve Alâeddin Şensoy adı dinlenmek için fedakarlık yapılması gereken sesler arasına katılmıştı. Sanatçıların ard arda sahne aldığı halk konserlerinin aranılan sesi Alâ’yı eşi Salacak bahçesinde sabaha karşı sahneye çıktığında, tam karşı kıyıda Cihangir’deki evlerinin balkonundan, seher sessizliğinde dinler olmuştu.
Plaklara kendi bestelerini de kaydetmeye başlamıştı. Aslında söz ve müziği kendine ait olan ilk beste denemesi İzmir yıllarına aitti.
Ayrılık ateşi yakıyor beni
Layık mı sevdiğim bana ettiğin
Ararım her gece rûyada seni
Ağlarım, derd olur bana gittiğin
Derdim çok, derdime ağlayanım yok
Didemden dökülen kanlı yaş Leylâ
İnletir bağrıma sapladığın ok
Ne zaman acıyıp dönersin Leylâ .......
dizeleriyle yapıtlanan Nihavent Fantezi’nin üstünden yaklaşık 7 yıl geçmiş ve Alâ kayıtlarını yaptığı şarkılarıyla bestekâr olarak da tanınmaya başlamıştı. Bunlar arasında Sıla dağları, Bir bahar diledim bir gönül için adlı şarkıları dinleyici tarafından büyük beğeniyle karşılanıyordu. Fakat yine de musikinin mutfağı dediği bestecilik çalışmaları için yeterli tecrübeye sahip olmadığını, ilerde bu konuya daha ciddi eğileceğini 1965 yılında Foto Magazin dergisine verdiği bir söyleşide dile getiriyordu.
İzmir Radyosu’ndaki sanki konservatuar eğitimiydi diye betimlediği 8 yıllık süreç yerini, aynı nitelikteki İstanbul Radyosu yıllarına bırakmıştı. Birlikte müzik yapma/yaratma fırsatı bulduğu Mesud Cemil, Cevdet Çağla, Mustafa Nafiz Irmak, Alâeddin Yavaşça, Erol Deran, Niyazi Sayın, Cüneyd Orhon, Sadun Aksüt, Necati Tokyay, Hakkı Derman, Vecihe Daryal, Cüneyd Kosal, Hüsnü Anıl, Sadi Işılay, İzzettin Ökte gibi isimler tüm yaşamı boyunca hizmetinde olacağı Geleneksel Türk Müziği’nde ilmi olarak vardığı seviyeye ulaşmasında daima rehber olmuşlardı.
İstanbul Radyosu’nda göreve başladığı 1960 yılından itibaren İzmir Radyosu’ndaki gibi idari baskıya hedef oldu. Devlet memuruydu ve dışarıda çalışması yasaktı. Ama, belki de zamanının en istenilen seslerinden olan Alâ’nın sanat yaşantısının yarısı artık kurum dışında geçiyordu. 1966 yılı sonlarında Rektaş Reklam’dan aldığı teklif yaşantısındaki radikal kararı almasına neden oldu. 6 Ocak 1967 tarihinde devlet memuriyetinden istifa etti ve 12 Ocak 1967 gecesi Tünel’de Şato Gazinosu’nda gazino sahnelerine ilk adımı attı. Bu tarihten itibaren vefatına kadar İstanbul Radyosu’ndaki görevi sözleşmeli statüde devam edecekti.6
Şato Gazinosu’nda aralıksız 3 ay çalıştıktan sonra Çakıl Gazinosu’na geçiyor ve sahasında adına atfedilmesine alışacağı rekorları burada aralıksız 9 ay çalışarak kırmaya başlıyordu. Aynı yıl sürekli çalıştığı gazinolar hariç - ki zaman zaman 2 gazinoda aynı anda program yaptığı da olmuştu - toplam 387 konser vererek bir başka ulaşılması güç rekora imza atıyordu.
15 Şubat 1968’de ikinci oğlu Ahmet Hakan doğdu.
Kendi ifadesiyle; evlenmem İstanbul’da yükselmeme, ilk oğlumun doğumu İstanbul sahneleriyle ikinci oğlumun ki ise dünya sahneleriyle tanışmama denk gelir. İlk kez yurt dışı turnemi, 1968 yılında İsrail’e yaptım. Ben, itikadı olan ve Atatürk ilkelerini kendi ilkeleri olarak benimsemiş bir cumhuriyet çocuğuyum. Bunun yanında her insan gibi benim de ruhumu bir nevi güvende hissetmek için uğur bellediğim şeyler vardır. Örneğin 3 rakamının ve Çarşamba gününün uğuruna inanırım. Ailem ise en uğurlu tılsımımdır. Karımın ve oğullarımın yanıbaşımda olmaları benim için olmazsa olmazların en başında gelir. Hiç unutmam, 11 yaşımdaydım. Mahalle arkadaşlarımla top oynuyoruz bir Çingene kadın yanımıza geldi ve 10 kuruşa fal baktığını söyledi. Önce korktuk, yaklaşamadık yanına. Sonra nur içinde yatsın arkadaşım Yılmaz Dudular elini uzattı. Falcı, babasının yeni öldüğünü ve iyi bakılmazsa kız kardeşinin de 1 yıl içinde aynı hazin akıbete uğrayacağını söyledi. Maalesef ki son söylediğinin de doğru olduğunu anlamak için 1 yıldan az bir süre geçti. Benim için ise, 35 yaşımda şöhret olup, servete kavuşacağımı ve 2 oğlum olacağını söyledi. Gerçekleşen kaderim şimdi adını andığım... Yılmaz Dudular gibi hüzünlü olmadı. 35 yaşımı henüz geride bıraktığım, Hakan’ın doğduğu, sahne, plak ve radyo mikrofonlarında yüceldiğim 1968 yılı belki de üzerimdeki ilâhi emirin dünyevi yaşamda ışık bulmasını müjdeliyordu.
6Radyo Gazetesi, 5 Nisan 1967
Kendi ifadesiyle; 1968 yılında ilk kez TV ekranlarına çıktım. Kayıt canlı idi ve İTÜ Stüdyolarında yapıldı. Henüz yayına başlayan TV ekranlarına davet edilen 4. ses sanatçısı olmuşum, programdan sonra söylemişlerdi......
1968 yılının sonuna geldiğinde Unkapanı Plak camiasının meşhur siması Bayan Seta’nın sahibi olduğu Sahibinin Sesi firmasıyla anlaşma yapıyordu. O dönemde okuduğu, Suat Sayın’a ait gözlerimin yaşını silemiyorum, yalan gözler adlı 2 şarkının olduğu 45 devirli plak inanılmaz rakamlarda satıyor, Çamlıca mehtabı gazelini okuduğu plak ise Alâ’ya bir başka lakap bulunmasına neden oluyordu. Mehtap Sesli Alâeddin. Çakıl, Şato, Aşiyan, Gar, Gaskonyalı, Bebek Belediye, Bebek Park, Urcan, Trianon, Yeni Tepebaşı, Tepebaşı Kazablanka, Aksaray Lunapark, Taksim Belediye, Saksonyalılar, Ankara Köşk, İzmir Fuar’ı Göl ve Benelüks gazinoları hiç ara vermeden birinden diğerine transfer olarak çalıştığı müzik mekânlarıydı.
1970 yılında ilk Avrupa turnesini, 1971’de ikincisi izliyordu. 1974 yılında Kuzey Amerika ve 1982 yılında Avusturalya turneleri ise karıyeri açısından çok önemli yer kaplıyordu. Istanbul Radyosu’ndaki solo bantlara ve toplu programlara katılımının sayıca memur kadrosunda olduğundan daha fazla olması dikkat çekiyordu. Sahibinin Sesi şirketinin korsan baskılarla başa çıkamayıp iflas etmesinden sonra, Murat Plak’la anlaşıyor, 1973 yılından itibaren de AS Plak için kayıtlar yapmaya başlıyordu. Ne ilginçtir ki, müziğe başlamasına neden olan ve ilk olarak Müzeyyen Senar’ın sesinden duyduğu aşk ıstırabı leylâ ve leylâ bir özgecandır adlı Sadettin Kaynak şarkılarını bu şarkıları duyduktan 41 yıl sonra kaydetmeye karar veriyordu. AS Plak’la yaptığı bu ilk kayıtları daha sonra, bestecilik marifetine hayran olduğu Alâeddin Yavaşça’nın ağlar gezerim sahili ve artık bu solan bahçede bülbüllere yer yok adlı iki şarkının 45 devirli....
1984 yılında, öncesinden çok daha ciddi eğilmeye karar verdiği bestecilik düşüncesi, meslekî yaşantısında yepyeni bir unvanın kendisiyle anılmasına neden oluyordu. Bestekâr Alaeddin Şensoy. 1970 yılında İzmir Demokrat Gazetesi okurları tarafından “Yılın Erkek Sesi” seçilmesindense 1980’li yılların sonundan 1990’lı yılların ortalarına doğru Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin okurları tarafından bestelerinin (bazılarının sözleri kendisine ait olan) defalarca yılın en sevilen şarkıları listesine (ilk 10’da bazen 3 şarkı) girmesi verimli bestecilik serüveninin de bir nevi ödülü oluyordu.
Alâ’nın baba ocağı İzmir’de 18 Şubat 1997 günü aniden ebediyete göçtüğü ana kadar geçen 65 yıllık başarı dolu yaşam öyküsünden günümüze; Amerika, Avustralya (dünyaca tanınan Sydney Opera House’da sahneye çıkan ilk Türk Müziği sanatçısı), Avrupa turneleri, Arap ülkelerinde ve yurdun dört bir yanında binlerce konser, 200’ü aşkın plak kaydı, kendi şarkılarından oluşan bir albümü, 4 uzun çalar, yurt dışında 45’lik kayıtlarından basılmış kaset albümler, aralarında Kadere bak, Ağlamışım gülmüşüm, Büyüleyen gözlerinle, Biliyorsun bir zamanlar, Bir garip aşığım ben, Gelen vurdu giden vurdu, Sevme beni, Yıllardan sonra seni görmek istedim, Ben hasrete alıştım, Bir sen anlıyorsun benim dilimden gibi tanınmış şarkıların bulunduğu, 113’ü TRT Repertuarına girmiş, 13’ü değişik yarışmalarda birincilik de dahil pek çok derece almış 200’e yakın şarkı, TRT Istanbul Radyosu Denetim Kurulu Üyeliği, yine TRT’nin çeşitli müzik toplulukları şefliği gibi gurur sedaları kaldı. Aile yaşantısının mütevazılığı ve isminin önünde daima yer alan dürüst ve efendi sanatçı betimlemesi ardından okunan dualarda dahi yer bulacak kadar O’nunla bütünleşmişti.
Arşivi Alâeddin Şensoy, titizlikle kendisinin oluşturduğu, içinde 7632 adet notanın bulunduğu zengin arşivi ile 1950-1990 yılları arasındaki Türk Müziği külliyatına yakından tanıklık etme imkanı sunmaktadır. Dönemin sanatçılarından ve bestecilerinden çok sayıda imzalı eserin de bulunduğu arşivde özellikle kendisi tarafından hazırlanan İstanbul Radyosu nota yayınlarına da erişmek mümkün.
Alâeddin Şensoy'a ait biyografi, oğlu Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Hakan Şensoy tarafından hazırlanmıştır.